PAYLAŞ

“Mimar Sinan hem inşaat mühendisiydi, hem mimardı. Bizim gençliğimizde inşaat mühendisleri bize kızardı. Siz sahip çıkıyorsunuz mimar diye, mimar değil ki o, inşaat mühendisi. Aramızda öyle bir çatışma vardı. Halbuki şimdi mümkün mü? Bir mimar inşaat mühendisi kadar bilebilir mi, ya da tersi?”

 

Mimarlıktaki 60 yıllık tecrübenizle bu çalışma sürenizi nasıl özetlersiniz? Mimarlığa nasıl başladığınızı, kariyerinizi ve bu noktaya nasıl geldiğinizi bize anlatır mısınız?

Lisede karar vermiştim. Öncesinde kimyager olmak istiyordum, sonradan 9. sınıfa (lise birinci sınıf ) mimarlığa karar verdim. Üniversite için yalnızca iki okulun sınavına girdim: Teknik Üniversite Mimarlık Bölümü ile D.G.S. Akademisi Mimarlık Bölümü… Ancak gönlüm akademi mimarlıktaydı, çünkü bütün sanatlar bir aradaydı. Bugün de hep bu bilinci yaymaya çalışıyorum. Çünkü bir mimar bütün sanat dallarının bir arada olduğu bir ortamda yetişmelidir. Bu durum elbete inşaat mühendisleri için de geçerli. Sanat duygusu olan, sanat eğitimi almış bir inşaat mühendisinin bakış açısı çok daha geniş olur.

Biz de zamanında üniversite seçme sınavından geçirildik. Fakat ben o sınava pek inanmıyorum. İnsanın mesleğini seçebilmesi çok önemlidir. Benim çevremden bildiğim, Türkiye’de insanlar istedikleri üniversiteyi seçemiyor, mutsuz oluyorlar. Bir başka senaryo ise; kişinin isteyerek seçtiği meslekte bile sonradan mutsuz olması. İnsanların mutsuz oldukları ortamda çalışmak zorunda kalmaları kötü bir şey…

Benim dönemimde Galatasaray Lisesi’nde bir kurum vardı, meslek seçiminde yardımcı olan… Ona gitim. 1000 soruluk bir testen sonra bana 2 seçeneğimin olduğunu söylediler. Biri diplomasi, öteki mimarlıktı. Sonucumu söyleyen hanım bana: “Mutlu olmak için, sevgi ile çalışmak için mimar olmalısınız” dedi. Böylece onaylanmış oldu benim Lise 1’den beri gelen isteğim. Bir kez için bile ben niye bu dalı seçtim diye düşünmedim 60 yıllık yaşamımda. Kısacası bir daha dünyaya gelsem yine mimar olmak isterim, mesleğimi öylesine çok severek yaptım.

Eski röportajlarınızda sizin için büro kavramının çok önemli olduğundan bahsetmişsiniz. Büronuzu ilk açtığınız zamanla şimdiki hali arasında ne gibi farklılıklar var?

Hiçbir ayrım yok. Arkadaşlarımla burada her zaman bir aile gibi olduk. Çarşamba öğleden sonraları çalışmaz, İstanbul’da belli bir yapıya gider ve onu incelerdik. 2-3 günlük geziler düzenlerdik. Örneğin mavi yolculuk yapardık. Bilinmeyen bir yerde, bilinmeyen yapıları keşfederdik. Yalnızca iki tasarım için bu sayıyı aştım. Çok kişi ile çalışırsanız “menajer” durumunda oluyorsunuz. Bu durum, bir noktadan sonra çalışma hevesinizi yitirmenize yol açabiliyor. Türkiye’de mimarlık bürosunda ilk kez sekreter kullanan da benim, ilk hafa sonu tatilini yapan da. Hiçbir zaman sigortasız insan çalışmadı burada.

Büronuzda çalışacak insanlarda ne gibi özellikler arıyorsunuz? Bir mimarda hangi özellikler olmalı?

Kültür altyapısı olmayan yapamaz bu işi. Ama bu, başka bir kültüre özentilik olarak değil. Benimle çalışacak olan kişi doğal olarak onları da araştıracak, yabancı dil bilecek, başka insanları tanıyacak ama önce kendi memleketini bilecek. Bugün öğleden sonra İzmir’e, Bergama’ya gideceğiz. Öncelikle onlara kendi coğrafyalarını anlatacağım. Urfa’ya çağırıyorlar 15 km ötede Göbekli Tepe var. 12 bin yıllık bir yer, bir yapı. Avcı toplumların tapınağı olduğu sanılıyor. Dünya arkeoloji tarihi değişti Göbekli Tepe bulunduğunda. Ben konuşmamı bitirirken dedim “Yarın hep beraber Göbekli Tepe’ye gideceğiz.” 80 mimardan, 65’i geldi benimle. Aralarında daha önce oraya gitmiş olan bir kişi bile yoktu.

Sizin tasarımlarınız oldukça farklı tasarımlar. Biraz gelecekten parçalar var, biraz kültürümüzden parçalar var. Benim düşünceme göre her sanatçının bir özgün yanı bir de esinlenen yanı vardır. Sizin esinlenmişlikleriniz önceden yaşamış mimarlardan ve onların eserlerinden mi ya da bir kültürel yapıdan mı geliyor?

Hepsi de var. Bir Sedat Hakkı Bey’den etkilenmemek olanak dışı… Güzel giyinen insanlardan hoşlanırdı. Ben de onun için güzel giysilerimi giyip en öne oturur dersini dinlerdim. Sanki bütün dersi bana anlatırdı. O yapı dersi yüzünden ayrıntı bilgim iyi olmuştur. Bunu artık herkes söylüyor: insan yalnız kendi sırtından öğrenmemeli. Ankara’dayken saygı duyduğum bir mimarın o günlerde yapılmakta olan yapısını ben de gidip gezerdim. Yapısını neden nasıl öyle çözdüğünü anlamaya çalışırdım. Bir insanın hiç kopya etmemesi, hiç esinlenmemesi doğal mı? Ancak esinlendiklerini kültür kazanında hamur etmeli.

Öğrencilerse, ilgili olmalılar, yeni yerler görmeye, gezmeye. Başka türlü olamaz. Siz her şeyle ilgili olmalısınız. Sanıyorum Harvard’dan, bir dekanın üniversite yaşamı üzerine bir yapıtını okumuştum yıllar önce. Diyordu ki: “Öğrenci, okulundan çok arkadaşlarından öğrenir.” Sizin üniversitenizde öyle kulüpleriniz var ki o arkadaşlık ortamında öğrendikleriniz çok daha önemli. Çünkü onlar birebir yaşamın içinden edindiğiniz deneyler. Genelde gelip size kitaplardan öğrenebileceğiniz bilgileri dört duvar arasında öğretmeye çalışıyorlar. Bir mimarlık dersi nasıl dört duvar arasında yapılır ben anlayamıyorum. Ben eğer dört duvar arasında bir yapıdan söz etmişsem ertesi hafa öğrencilerimi oraya götürüyorum.

Türkiye’deki mühendislik ya da mimarlık eğitimlerinin eksik kısımları nelerdir?

Estetik dersi yok, felsefe dersi yok mimarlık eğitiminde düşünün. Olacak iş mi? Ayrıca dört yılda mimarlık eğitimi olmaz. Dört yıl eğitim alırsanız o dört yıldan sonra bir dört yıl daha yapmayı iyi bilen bir ustanın yanında “staj” yapmak zorundasınız. Örneğin bir mimar ahşabın her türlüsünü bilecek. Geçen bir “malzeme satıcısı” geldi. Laminantın ahşap olduğunu söyledi. On beş dakika uğraştıktan sonra “Evet, ahşap değil dedirtebildim.” Altmış yıllık mimarlığımda yalan söylemedim. Ahşap olmayan bir gereci ahşap gibi göstermek yalan söylemektir örneğin. Amerikalılar gibi, “Looks like’ derler ya. “Ahşap değil ama gerçekten ahşap gibi, taş değil ama taş gibi.” Bu yalancılık, düpedüz yalancılık.

Yeni mimar mühendislerin karşılaştığı zorluklar var. Yurt dışına gitmek gibi… Sizin zamanınızda ne gibi zorluklar vardı?

Her şeyden önce, derslerde çok eksiklik var. Geçen dönem bir devlet üniversitesinde ders verdim. Gerçekten hayatımda hiç bunca yorulmamıştım. Çünkü çocuklarla ilişki kurmak çok zordu. Ama kurdum. Ben: “Öğreteceğim.” dedim, hiç biri de o dersten kalmadı. Baştan da söyledim: “Hiçbiriniz başarısız olmayacaksınız. Öğreteceğim size öğretmek istediğimi. Hep beraber tartışacağız üzerinde.” Öyle de oldu. O eksiklikleri gidermeye çalışıyoruz ama üniversite eğitimi aslında insanın kendi eğitimidir. Bu anlayış eksikliği var. Ben yurt dışına gidilmesin demiyorum. Elbete gidersiniz, ama onun bir süresi var. Bana arkadaşlarım danışırdı: “Ne yapayım, evleneceğim, karım hiç yurt dışına çıkmamış?” “Al onu da götür. Ama iki yıldan fazla kalma.” Koşulları bilsin bugün çağdaş dünyada neredeyiz? Biz ne için çabalamalıyız? O da bilsin ki birlikte yaşam planlansın, sürdürülsün. Bu dediğim gibi dışarıya karşı gitmek değil. Bir de oraya gidildiğinde kimliğimizi yitirmeyelim. “Asimile” olmayalım. Orada öğrendiklerimizle kendi kimliğimizi, kültürümüzü varsıllaştıralım.

İnşaat mühendislerinin kagir yapıdan haberi yok diyorsunuz. Böyle bir projeye başlayacaksınız. Bunu mühendislerle paylaşıyor musunuz?

Tabiki. Bakın, yapı her şeyden önce sağlam olacak. Yani iyi kurgulanmış olacak. Mimar statik hesabı yapmayı bilmez. Bize akademide gerber kirişi çözmeyi öğretiyorlardı. Ben o işi çözecek adam değilim ki. Ben başka bir alanın adamıyım.

Ben inşaat mühendisi arkadaşımı çoğu kez yönlendirebilirim.

Denizli’de bir fabrika yapacağız altı kez proje yaptık. Bana su kanalı lazım, su kanalına öyle bir form verdim ki statik hesabına girsin… Bunu inşaat mühendisi düşünmeyebilir. Bu onun işi değil. Ama birlikte, diz dize dediğim o işte, birlikte çalışacağız. Mimar Sinan hem inşaat mühendisiydi, hem mimardı. Bizim gençliğimizde inşaat mühendisleri bize kızardı. Siz sahip çıkıyorsunuz “mimar” diye, mimar değil ki o, inşaat mühendisi… Aramızda öyle bir çatışma vardı. Halbuki şimdi mümkün mü? Bir mimar, inşaat mühendisi kadar bilebilir mi, ya da tersi? Bu İstanbul’da gördüğünüz gökdelenlerin çoğunda statik proje daha önceden bitiyormuş. Tanık olanlar söylüyor… Çünkü bir an önce iskelet çıksın diye, mimariyi beklemeden inşaata başlıyorlar. Böylece imar izni almayı kolaylaştırıyorlar sözüm ona. Sonra ona göre mimarlık tasarımı yapıldığını anlatılar.

Dün biri gelmiş, tasarımda benim açtığım kapıyı kapatmış, önüne dışarıdan hava alıp içeriye temiz, sıcak hava veren aygıtı koymuş. Dedim ki: “O pencereyi ben boşuna mı tasarladım? Nasıl kapatırsın benim penceremi? Başka türlü düşün. Bana başka çözüm getir. Önemli olan bütün dalların bir arada çalışmaları…

Ben buraya geldiğimde 3 katan fazla bina görmedim. Ama karşıda alışveriş merkezlerinin olduğu caddeye gidiyorsunuz, gökyüzü resmen gözükmüyor. Peki, bunun insan zihniyetini nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

Bir kente değil de, bodrum kata yaşıyor gibisiniz. Mesele gökdelen yapmak değil ki, onu işletebilmek. Adam kendi binmediği asansöre işçisini bindiriyor. Bakımını da yaptırmıyor. Şunca işçi asansörde ölüyor, hiçbir şey olmuyor. Böyle bir şey uygar bir ülkede olamaz.

Ben o denli mutluyum ki Kuzguncuk’ta… Çünkü ayakkabı boyacısından, kasabına, bakkalına, herkesle selamlaşıyorum burada. Bu ilkellik mi? Hayır, bu insanlık. Teknoloji yalnız başına uygarlığı getirmiyor.

Mimari alandaki kültürel duruşunuzu biliyoruz. Bir de, bir konuşmanızda ev hayatınızdan çok az bahsetmiştiniz. Mesela misafirim olsa bile, benim evime ayakkabısıyla giremez. Bu da aslında kültürün bir parçası. Bunun gibi başka kurallarınız da var mı?

Bakın niye giremez? Çünkü sokaklarımız temiz değil. Eğer evde küçük bir çocuğum varsa, konuğa ayıp olmasın diye ayakkabıyla girmesine izin verirsem, sokaktaki mikrobu eve taşı demiş olmaz mıyım? Ben çocuğumu mu seveceğim yoksa onu mu? Ayakkabısını çıkartmak istemeyen de gelmesin.

Kendime 2 kez ev yaptım, biri 38 m2 öbürü 52 m2 . Mesela şimdi o 52 m2 ’lik evimize gideceğiz. Gidip 1 hafa kitap okuyacağım. O küçük yerde karımla çok mutluyuz. Çünkü şurada pişiriyoruz, bir adım atmadan dönüp bu tarafa koyuyoruz. Düşünün, yazlık yapıyorlar 400 m2 . Orada yaşayabilir misin? Sınıf arkadaşımın Antalya’da evine gitim. Salonu 200 m2 . Ben de sordum: “Bisikletin nerede?” Bunu örnek alarak son günlerde yapılan yapıları düşünün.

İç mimarlık eğitimi yapıyorlar, bizim oturma kültürümüz hakkında hiç bir şey söylemeden. Oysa ben kendi yaşam kültürüm üzerine biraz düşünürsem, çağdaş, yeni şeyler yaratıyorum. Mobilyayı ona göre çiziyorum. Örneğin, Japonya’da mutfak dediğiniz şey, şöyle bir dolaptır. Önünde ahşap bir sürme var, kapatırsınız, orası oturma odası olur. Ben de ayrı bir mutfak yapmıyorum. Koku, bilmem ne bütün her şey ona göre çözümlenir. Benim böyle çözümlerim var. Onları tanıyıp bilmek, onlardan yararlanmak çok önemli. Hata neyi çözemediğinizi gördüğünüz zaman bir adım daha ilerletmeniz öyle olanaklı olur.

Şu an Türkiye’de yetişen mimarların, özellikle şu an yeni lisans öğrencilerinin, tasarımlarını görüyoruz; maketler, projeler gibi ve bunlar genelde hep en üst seviye vatandaşın lüksüne göre yapılıyor. Sizce bunun sebebi ekonomik mi yoksa başka sebepleri de var mı? Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bunun tek sebebi para. İnsanlar daha çabuk para kazanmak istiyor, daha pahalı arabaya binmek istiyor, daha çok lüks içinde yaşamak istiyorlar… Görmemişlik. Bunun başka hiç bir nedeni yok. Bunun adı “algı operasyonu”… Örneğin bir gökdelen düşünün, bu ona yetmiyor, üzerini de boyuyor. İşte buna algı operasyonu diyor. Çünkü kültürsüz bir adam onu gördüğünde beceri sanacak, “Aaa!” diyecek. Yapıcı da malını kolay satacak.

Peki, bu algı operasyonu diyorsunuz, bu algı nasıl değişir? Var mı bunun bir yolu?

Bunun için sanatçıların her yere girmesi gerek… Benim üniversite çağında olduğumda, gecekondu dalgası başladığında, İstanbul’un yüzde 70’i, Ankara’nın yüzde 55’i gecekonduydu… Gecekondu size iş verebilir mi? Hayır, demek ki oradan bir yüzde 50 gitti. Bu yüzde 50’nin her biri mimara iş verecek denli yeterli kültür düzeyinde mi? Biliyorlar mı sağlarında sollarında neler oluyor? Hayır! Demek ki mimar olarak yalnızca yüzde 3 için yetiştiriliyorsunuz.

Örneğin, Denizli’de 400 kişi bir araya gelmişler. Çok sevdiğim bir inşaat mühendisinden onlara konut tasarlamam için beni kandırmasını istemişler. Oysa en sevdiğim işler o türlü şeyler. Ayda 1200 liraya, bir işçiyi konut iyesi yapmak bugünkü ortamda olanaksız, öyle değil mi? Bilmem ne fonundan yararlanıyoruz, bilmem ne yasalarından yararlanıyoruz ve aylığının 10’da 1’i para ile, bunu çözmeye çalışıyoruz. Ben insana yardım edeyim diye bu işi seçtim. İdealist falan demeyin ama insan neyi yapabildiğini öğrendikçe onu daha çok seviyor.

Son olarak bir soru soralım size. Siz eski yapıların korunması, o geleneğin sürdürülmesi tarafarısınız. Dil bilimci Sevan Nişanyan, Şirince’de eski tip binaların yapılması, örnek bir köy oluşturulması için bir girişimde bulunmuş. Bundan haberdar mısınız?

Orada ilk davranışı yapan benim. Sevan benden belki 20-25 yıl sonra yaptı o işi. Yaptı dediğim sizin söylediğiniz şeyi… Benimki başka bir şeydi. Korumacılık, ne nostalji ne de burjuvazinin merakı değil. Benim kendi kültür bilgimi çocuğa aktarabilmek için, topluma aktarabilmek için bir neden… Örneğin, Almanya’da bütün yapıların üzerinde, önemli yapıların üzerinde, büyük bir levha vardır: “Mimari” yazar, planı vardır, yapıldığı dönem anlatılır. Çocuk önünden geçerken babasına, “Baba bu ne?” dediğinde, baba bilmiyorsa bile oradaki levhayı birlikte okurlar. Baba da oğlana çaktırmadan öğrenir. Kültür aktarımıdır bu. Eski yapıyı örnekleyebilmek de böyle bir şey. Çocuk öğrendikleriyle onları aşmaya çalışacaktır.

Bu hep daha insan iyi insan yetiştirebilmek için. Niye adam, köyünü kasabasını bırakıp bilmem nereye, kente geliyor? İşin, aşın, çocuğunu daha iyi bir eğitime kavuşmasının düşüncesinin ardından değil mi? İşte bu nedenle çağdaşı engellemeden, bu kültürü örnekleyecek örnekleri, donanımları korumanız gerekiyor. Böyle yaptığınız zaman, çocuk daha iyi bir sınıfa okuyacak. Daha iyi bir sokakta dolaşacak. Ancak şunu unutmamak gerek. Gelenek “gelmek” sözünden gelir. Bize dek gelmemiş olan bir şey gelenek olamaz. Bu da demektir ki, gelenek de çağdaş bir şeydir… Daha doğrusu geleneğe eklenebilmek için çağdaş olmak gerekliği vardır…

 

Sektörde önemli yeri olan diğer kişilerle olan röportajları okumak isterseniz buraya tıklayabilirsiniz.

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen isminizi buraya giriniz