PAYLAŞ

Tarihin başında, işlevsellik ile başlayan yapının serüveni, insanın malzemeye hükmedebileceğini düşünmesiyle estetik değer kazandı. İnançların insanlara hükmettiği dönemlerde mimarlar yaptıkları yapıların tanrılara layık olması için uğraştılar. Mezopotamya’nın ziguratları, Mısır’ın piramitleri ve nice bina sadece tanrılar için yapılmış gibiydi. Tabii mimarlar bu binaları çok daha farklı amaçlarla yapmışlardı. Ziguratlar tarihin ilk amaca yönelik ilk kat planlamasına sahip binalarıydı. Piramitler de sadece firavuna mezar olsun diye yapılmış olamazdı. Mimarlar, bu dönemde sadece işverenleriyle ilgileniyordu, yani krallarla. Krallar adı her nerede ne olursa olsun her zaman yönetimlerini korumaya çalışan insanlardı. Peki herkes gibi bir insan, nasıl olur da o kadar insanın yönetebilirdi? Onlara bu gücü kim vermişti? Cevabı hepimiz biliyoruz. İnsanlar tarihin başında tarlalarını koruyacak bir güç ararken devleti kurmuşlardı, o kadar işin içinde uğraşmayacak kadar tembel olmadıkları için de kendilerine birer kral seçtiler. Ancak bir krala sorsanız o dönem size farklı bir cevap verirdi: “Beni tanrı seçti”. Yoldan geçen bir adam size bunu söylese muhtemelen inanmaz, önce dalga geçer, tanrılara inanıyorsanız kanıtlamasını isterdiniz. İşte bu sorulara engel olmak için tanrıların görkemini yansıtan, o büyük yapılar yapıldı.

Giza Piramidi

Orta Çağ 

Orta Çağ’a gelinmişti ve artık dini güçler krallardan daha üstündü. Çünkü onlar insan ile tanrı arasında bağlantı kurabilen yegâne gruptu. Antik dönemde de varlardı ancak firavunlar kendilerini tanrı, Yunan savaşçılar kendilerini yarı tanrı olarak görüyorlardı. Bu tip insanlara bunu kabul ettiremezsiniz. Ancak Avrupa’ya, Ukrayna kıyılarından gelen barbarlar artık Avrupa’nın sahipleriydi. Skolastik dönemin getirdiği Karanlık Çağ, Roma ve Mısır’ın mirasını silmeye başlamıştı. Krallar, kendilerini tanrı ilan edebilirlerdi ama büyük ihtimalle bunu düşünecek kadar güçlü değillerdi. Zaten derebeyler ile zor uğraşıyorlardı. Bütün bu hengamede ruhban sınıfı tanrılardan aldıkları güçle krallara söz geçirebiliyordu. Onlar da aynı ihtişamla yarışacak tapınaklar yapmalılardı. Hatta bu tapınaklar öncekileri gölgede bırakmalıydı. Mimarlar artık kiliseye çalışmak zorundaydılar. Kilise tanrının görkemini yansıtan devasa ve bir o kadar da güzel olmalıydı. Gotik mimari gibi büyük ikonik akımlar bu dönemin ürünüdür.

Köln Katedrali

Rönesans

Rönesans ise her ne kadar biz bu dönemi “bilim ve sanatta aydınlanma” olarak görsek de aslında bu değişimler kilisenin kendi içindeki aydınlanma sürecidir. Bilindiği üzere Michelangelo en büyük eserlerini Vatikan için yapmıştır. Ancak, bu dönemde farklı olarak Yunan ve Roma dönemi eserlerden etkilenen eserler ortaya çıkmıştır. Yapılan sanat eserleri ya antik döneme referans verir ya da onlarla yarışmaya çalışır. Yunan tanrı heykellerinin yerini peygamber heykelleri almaya başlar.

St. Peter Basilikası

Çok geçmeden Amerika kıtalarının keşfi ile tüccarlar kilise ve kralların yönetiminin daha zayıf olduğu yerler bulmaya çalışırlar. Eskiden sınırlı miktarda olan topraklar krallar ve aristokratlara aitken yeni dünyada işler çok daha kolaydır. Bu tüccarlar gittikçe daha da güçlenirler. Bu dönemde insanlar politik gücün asıl kaynağının para olduğunu anlamaya başlarlar. Bu tüccarlar kendilerine lüks evler yaptırmaya başlarlar. Ancak her zaman ekonomiden yana olan bu insanlar, aristokratlardan farklı olarak, daha fonksiyonel ve mütevazi evler istiyorlardı. Bu klasik mimarinin doğuş hikayesidir. Klasik mimaride yapı çıplak olmalıdır. Fazladan süslemelerden kaçınılır. Az önce de bahsettiğim gibi gösterişsiz ve fonksiyonel olmalıdır.

Taşkışla
Fransa ve Almanya

Fransa ve Almanya coğrafya olarak bütün bu değişimler için mükemmel birer ortam teşkil ediyordu. Fransa’da soyluların evleri ile tüccarların evleri tamamen farklıydı. Soylular da bir süre sonra korkunç şatolarından çıkıp burjuvalar gibi evlerde oturmak istediler. Ancak onlar klasik yapıları çirkin buluyorlardı. Göze daha güzel görünen binalar istiyorlardı. O dönemin estetik anlayışına göre en güzel varlıklar çiçeklerdi. Yapılar çiçek bahçesi gibi görünmeliydi. Bunun sonucunda barok mimari ortaya çıktı. Barok binalar yapısal kısımları klasik binalara benzeyen ancak işlemeleriyle göz dolduran binalardır.

Kısa zamanda bu akım Kıta Avrupası’nda yayılmaya başladı. Fransızlar bu akımın başını çekerken, İtalyan ve Almanlar da hatrı sayılır eserler ortaya koydular. Süslemenin bu kadar önemli olduğu binaların sahipleri mutlaka ki mütevazi olmayan kişilerdir. Soylular ve krallar daha çok lüks istedikçe halkı daha çok ezdiler. Tüccarlar da işçilere o kadar da iyi davranmıyorlardı. Halk artık buna dur demeliydi ve Fransız İhtilali oldu. Barok mimari akımı soylularla beraber giyotin ile başsız kaldı.

Versay Sarayı

Artık toplumları burjuvalar yönetiyordu. Her zaman en önemli olan paraydı. Artık kimse kilise yapmak zorunda değildi. Neden yapsınlar ki? Parayı burjuvalar kazanıyor, emeği ise işçiler veriyor. Tanrı ve insan arasında artık pek bir ilişki kalmamıştı. Bir yandan da krallıkların bazıları demokrasi karşısında boyun eğerken, bazıları da burjuvalarla anlaşıp onlara payını vererek daha makul miktarda demokrasiler kuruyorlardı. Tabi bunun için meclis gerekliydi. Ancak bu meclis binaları mütevazi binalar olamazdı. Demokrasilerin meclis binaları krallıkları kıskandıracak derecede güzel olmalıydı. Bu dönem yapılan en güzel binalar meclis binalarıdır. Dönemin en büyük mimarları bu alanda eserler ortaya koyarak birbirleriyle yarışmışlardır.

Eski Londra Parlemonto Binası

Sanayi Devrimi

Sanayi Devrimi ile beraber artık yeni bir mimari alan ortaya çıktı. Daha çok üretim yapabilmek için makineler ve bantlar yapılmalı, bunlar için de olabilecek en verimli binalar yapılmalıydı. Fabrikalar ile birlikte artık estetik gözden düşmeye başlamıştı. Bu yaklaşım bulaşıcı bir hastalık gibi diğer binalara da sıçradı. Mimarların tek amacı daha fonksiyonel binalar yapmaktı. Bu dönemde malzemeler de değişmeye başlamıştı. Eskisi gibi taş veya ahşap binalar yapılmıyordu. Binalar artık makineler gibi olmalıydı. Çelik en gözde malzeme olmaya başlamıştı. Çelik hem daha elastikti hem de daha çabuk kuruluyordu. Bazı mimarlar, binaların daha yüksek olabileceğini düşünüyorlardı. Bu çok mantıklıydı çünkü arsa çok kısıtlı bir kaynaktı. Yüksek binalar yapılmalıydı. İnsanlar bu alanda yarışmaya başladılar. Ancak hepsi birbirine çok benziyordu. Mimarların bazıları bu durumdan iyice sıkılmaya başlamışlardı. Çünkü bu şekilde sahip oldukları sanatsal ruh işlevsizleşiyordu. Onlar binalarını sanat eserleri olarak görmek istiyorlardı. Bunun için gözü kara birileri gerekliydi. Bu dönem belki de en acımasız dönemdi. Gelen gideni aratır derler ya, burjuvaların işçileri ezdiği bu dönemde, sanat da makinelerin altında eziliyordu. Artık bir şeyler değişmeliydi…

Home Sigorta Binası Chicago

Katalonyalı Bir Çocuk Gaudi

25 Haziran 1852 yılında, Katalonya’da bir çocuk dünyaya geldi. Gaudi ailesinin yeni üyesinin adı Antoni’ydi. Gelecekte çok büyük bir mimar olacağını ailesi bilmiyordu. Antoni,
bahsettiğimiz mimari bunalımın içinde büyüdü. Katalonya, Akdeniz kıyısında bulunan her tür güzelliğin olduğu bir bölgeydi. Herkesin de bildiği gibi İspanya, Katolik Hristiyanlığın kalelerinden biridir. Gaudi, mevcut mimari akıma çok karşıydı. Eski zamanlarda hikayesi anlatılan yapılara imreniyordu. Endüstriyel mimari akıma karşı gelebilecek gücü kendinde görüyordu. Protesto edercesine bütün binalarında barok ve gotik izler vardı. Kısa zamanda Gaudi gibi düşünen diğer mimarlar da eski sanat anlayışını çağrıştıran binalar yapmaya başladılar. Bu akımın adı “Art Nouveau(Yeni Sanat)” olarak bilinmeye başiladı. Avrupa’nın en güzel yerlerinde gotik ve barok yapılar yapılmaya başlandı. Her mimarın bir tane ustalık eseri olurmuş. Gaudi de böyle bir bina yapmalıydı. Ancak o sadece bir bina yapamazdı. Bir savaş kazanmıştı ve bunun anıtı yapılmalıydı. 1883 yılında inşaatını Gaudi’nin devraldığı “La Sagrada Familia Katedrali” hala yapım aşamasındadır ve bilinen en büyük gotik yapı unvanına sahiptir.

1920’ler

1920’lere gelindiğinde, mimari akımlar çatışmak yerine birbirini besler hale gelmiştir. Mimarların hemen hepsi mimari kavramının iki ana öğesinin işlevsellik ve estetik olduğuınu kabul etmeye başlamışlardır. Mimari bir sanattır ve sanatçı amacıyla, metodunu bilmelidir. Endüstriyel mimarinin etkileri hala devam ederken, estetik kaygılar da devam etmektedir. Fransa’da bu dönem “Exposition Internationale des Arts Décoratifs et Industriels (Uluslararası Endüstride Dekoratif Sanat Fuarı)” kısaca “Art Deco” beraberinde yeni bir anlayışı ortaya çıkardı. Sanat ve endüstri barışıp birbiriyle kaynaşmalıydı. Hiçbir bina 100 yıl boyunca yapılamazdı. Sanat eseri dizayn edilmeli ama endüstriyel mekanizmalarda imal edilmeliydi. Bu akımla beraber endüstriyel binalarda çok da eşsiz olması aranmayan ayrıntılar kullanılmaya başlandı. Ancak hiçbir şekilde estetikten vazgeçilmedi. Görece daha düzgün mimariler bu sanat akımında tercih edilir. Bu alanda yapılmış en ünlü bina “Empire State” binasıdır. Düzgün bir geometriye sahip olan bu bina pencerelerinden koridorlarına kadar süslemeler içerir, ancak bütün katları birbiriyle benzerlik gösterir.

Mimari her sanat dalı gibi insanla birebir etkileşimdedir. İnsanı etkileyen her türlü sosyal veya siyasi olay zamanla binalara da yansıyacak ve bize döneminin hikayesini anlatacaktır. Kitaplar, tablolar, heykeller sanatçının iç dünyasını yansıtırken, okumayı bilirsek mimari eserlerde gerçek dünyanın kendisini görebiliriz. Tonlarca ağırlığı olan o hantal binalar aslında o kadar da ruhsuz değildir. Her insan gibi her binanın da bir serüveni, anlatılacak bir hikayesi vardır. Bu yazıda size binaların serüvenleri sadece kısaca anlatabildik. Bunu siz de biliyorsunuz ki bir kitabı okumak ile kitabı anlattırmak arasında dağlar kadar fark vardır. Sizlere de benden dinlediğiniz bu kitapları okumanızı öneririm.

Timuçin Yudulmaz

Yazarlarımızın fikirlerini yazıya döktüğü daha fazla içeriğe ulaşmak isterseniz bizce bölümüne gidebilirsiniz.

BİR CEVAP BIRAK

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen isminizi buraya giriniz